Powered By Blogger

31 Temmuz 2012 Salı

Hasankeyf ve Amazon için Küresel Kampanya!

















Hasankeyf ve Amazon için Ortak Kampanya Başlıyor

Rio+20 Dünya Zirvesi’nin hayal kırıklığıyla sonuçlanması sivil toplum kuruluşları ve barajlardan etkilenen toplulukları bir araya getirerek küresel bir kampanyanın doğmasına neden oldu.

Doğa ve insan yaşamında geri dönülmez yıkımlara neden olan büyük barajlara karşı birlikte mücadele etme kararı alan baraj karşıtları ve sivil toplum örgütleri bundan sonra “Damocracy” adlı kampanya altında  

Hasankeyf ve Amazon ormanları için birlikte mücadele edecek. Küresel ölçekte yürütülecek kampanyada Doğa Derneği, Amazon Watch, Rivers International ve çok sayıda Brezilyalı topluluk ile gönüllüler ve dünyanın çeşitli ülkelerinden aktivistler yer alıyor.
















  Büyük barajların durdurulması için dünya kamuoyunu harekete geçirmeyi hedefleyen “Damocracy” kampanyası, aynı zamanda barajların doğaya, kültüre ve insanlara etkisine dikkat çekmeyi amaçlıyor.Dünyanın akciğerleri Amazon’un önemli bir bölümünü tehdit eden Belo Monte ve medeniyetin beşiği Dicle Vadisi‘yle birlikte Hasankeyf’i yok edecek Ilısu Barajı küresel kampanyanın odağını oluşturuyor.















Amazon Ormanları ve medeniyetin beşiği Dicle Vadisi…

Bir avuç kazanç uğruna şirket ve devletlerin, Rio+20 zirvesinde barajları dünyanın önüne “yenilenebilir enerji’’ adı altında “yeşil ekonomi”nin bir parçası olarak sunma niyetinde olduklarını belirten Doğa Derneği Başkanı Güven Eken, “Doğanın ve insan yaşamının geleceğini tehlikeye atan devlet ve şirketlerin yıkıcı baraj politikalarına karşı dünya halklarıyla birlikte mücadele etme kararı aldık. Bu mücadelenin adı “Damocracy” olacak. Dünyanın akciğerleri Amazon Ormanları ve medeniyetin beşiği Dicle Vadisi için pek çok sivil girişim ortak mücadele edecek” dedi.

Taksim ve Cami …

















Görüntünün yahut dokunun bozulması endişesi sadece bir bahanedir ve asıl mesele Taksim’e inşa edilmesi düşünülen yapının “cami” olmasıdır. Murat Bardakçı yazdı.

Taksim konusunda çok yakında uzun sürecek bir meydan savaşı, kıran kırana bir mücadele yaşanacak…
İlk taciz atışını Şehir Plancıları Odası yaptı ve Taksim’e cami projesini iptal isteğiyle mahkemeye götürdü ama İstanbul Birinci İdare Mahkemesi, talebi reddetti. Oda yetkilileri, bazı mimarlar ve aklına esen başkaları birkaç günden buyana mahkemenin kararını eleştiriyor ve “Taksim’e inşa edilecek caminin, meydanın görüntüsünü bozacağını” söylüyor…

Şimdi, işin doğrusunu konuşalım: “Görüntüsünün bozulacağından” endişe edilen Taksim Meydanı sadece İstanbul’un değil, dünyanın en çirkin meydanlarından biridir! Cephesinde AKM dedikleri terkedilmiş bir heyulâ, bir biçimsizlik âbidesi durur; bir köşesinde üçüncü dünya başkentlerinde rastlanan sevimsiz bir otel binası vardır, diğer köşesinde de mezbelelerin arasından roketle kazık kırması tenekeden bir minare gözünüzün bebeğine saplanır. Tarlabaşı tarafında ise daha da beter, bakımsız, yıkıldı yıkılacak yapıların resmigeçidi vardır… Bütün bu çirkinliklerin ortasında da bizim değil, İtalyan bir mimarın, Pietro Canonica’nın eseri olan bir anıt yükselir ve anıtın arka tarafı polislerle, panzerlerle, parmaklıklarla doludur.

Bu meydanda geceleri dolaşmak ise erkeğin tinercilerin, kadının da tacizcilerin dehşetine uğraması ihtimali yüzünden başka bir derttir:…


















TAKSİM VE CONCORDE

Cami inşa edildiği takdirde görüntüsünün bozulacağından endişe edilen Taksim Meydanı işte böyle bir yerdir. Diğer memleketlerin güzellikleri ile nam salmış Concorde, Trafalgar yahut Times gibi meydanları ile genişlik veya estetik bakımından hiçbir şekilde mukayese edilemez.

Taksim’in böylesine çirkin olmasının ise tek bir sorumlusu vardır: Meydanı bu hâle getiren, bütün o şekilsiz binaları diken, mekân varoşlaşırken ağzını açıp tek kelime etmeyen o zamanın mimarları ve şehir planlamacıları! İstanbul’un bir zamanlar çok güzel olan bir başka meydanını, Bayezid’i de katledenler, ortadaki güzelim havuzu yokedip meydanı merdivenli ve ucuz bir mahalle pazarı haline getirenler de yine o mimarlardır.

Ortaya konması hakikaten çok büyük çaba gösteren bu çirkinlikleri görünür kılıp hayata geçirmeyi mükemmelen becermiş olan o devir mimarlarının yeni nesli, yani geçtiğimiz senelerde Beşiktaş’ın da canına okuyup meydanı ucuz işporta cennetine çevirenler, şimdi “dokunun bozulacağı”nı söyleyip Taksim’e cami inşasına karşı çıkıyorlar.

Görüntünün yahut dokunun bozulması endişesi sadece bir bahanedir ve asıl mesele Taksim’e inşa edilmesi düşünülen yapının “cami” olmasıdır.


BİR EYLEM HABERİ

Taksim tartışması daha uzun müddet devam edeceği için cami meselesine şimdiden temas etmeyecek ve ajansların geçen hafta başında verdikleri ama gazetelerimizde pek yer bulmayan bir haberi nakletmekle yetineceğim:

15 Haziran tarihli haberde “…Meydanda düzenlenen eyleme katılanlar ezanın yüksek volümde okunmasını ve cuma günleri camiye sığmayan cemaatin namazlarını cami dışında kılmasını protesto ettiler. Hükümeti camiye izin verdiği ama ezan ile cuma namazı konusunda girişimde bulunmadığı için kınayan eylemciler, bir de imza kampanyası başlattılar” deniyordu.

Eylemin küçük bir grup tarafından Taksim’de yahut ezan sesinden rahatsızlık duymanın şimdilerde pek bir moda olduğu İstanbul’un bir başka semtinde yapılmış olduğunu düşündünüz değil mi?

Hayır! Haber bizim buralardan değil Bulgaristan’dan geliyordu; ırkçı Ataka Partisi tarafından Sofya’da Müslümanlar’a ait tek açık ibadethane olan 1560′lardan kalma Banyabaşı Camii’nin önünde düzenlenmişti.
İki olay arasında farkı da siz bulun…

Çöken Metro İnşaatı ile İlgili Açıklama!


















Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nden Çöken Metro İnşaatı Açıklaması

Mimarlar Odası Ankara Şubesi, metro inşaatı yakınlarında kaldırım çökmesi sırasında, kaldırımda yürüyen bir vatandaşın hayatını kaybetmesinden sonra Büyükşehir Belediyesi’nin “Sorumlu değiliz!” açıklamalarına tepkili.

Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Ali Hakkan, Melih Gökçek’in twitter üzerinden yaptığı “Bizim yapmadığımız yerden biz nasıl sorumlu oluyoruz anlamak mümkün değil.” açıklamasına sert tepki gösterdi. Hakkan, bu açıklamanın doğru olmadığını ve üzücü olduğunu belirterek, “Bir vatandaş hayatını kaybetmiş sorumlusu ben değilim diyor.10 yıldır durmuş bir metro inşaatını devretti. Büyükşehir Belediyesi bir enkaz devretti, Ulaştırma Bakanlığı’na. Bir inşaatın 10 yıldır, sağlıklı bir şekilde kalması mümkün değil. Dikmen Deresi’nin de o güzergâhtan geçtiğini biliyorlar üstelik. Milli Eğitim Bakanlığı’nın yanındaki metronun çökmeyeceğini nereden biliyoruz? Güven içerisinde kaldırımda yürüyemiyor insanlar, açıklama yapılmalı, kesinlikle sorumlulukları var” şeklinde konuştu.

Mimarlar Odası Ankara Şubesi olarak süreci yakından izleyeceklerini belirten Hakkan, şunları söyledi: “Herkes bir suskunluk içerisinde, Ulaştırma Banklığı suskunluk içerisinde, Büyükşehir Belediyesi Ulaştırma Bakanlığı’na devrettim diye suçluyor . Ulaştırma Bakanlığı açıklama yapmalı. 10 yıldır bekleyen bir metro inşaatı var, 10 yıldır dış etkenlere de açık olarak kaldı, enkaz olarak kaldı, 10 yıl süresince, hiçbir denetim ve kontrol olmadan inşaata başlanıyor. Ulaştırma Bakanlığı herhangi bir denetim yapmışsa eğer kamuoyu ile paylaşmadı, bunu paylaşmalı.”

Büyükşehir Belediyesi: “Katkınıza ihtiyaç yok”

Ali Hakkan, Büyükşehir Belediyesi ile hiçbir görüşme gerçekleştiremediklerini, Ankara’daki birçok belediye ile görüştüklerini, görüş alışverişinde bulunduklarını dile getirerek, Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek’in önceki tutumlarını da hatırlatarak eleştiren Hakkan, “daha öncesinden görüş bildirmek ve ulaşım konusunda katkı koymayı talep ettik Büyükşehir Belediyesi’nden aldığımız yazılı cevap ise tepkisel olarak, “Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Mimarlar Odası’nın katkısına ihtiyacı yoktur. Mimarlar Odası herhangi bir konuda eğitim arzu ederse, teknik elemanlarımız size bu eğitimi verebilir” şeklinde oldu. Bu yaklaşım ile sonuç görünüyor. Biz her zaman söylüyoruz her konuda meslek odası olarak katkı koymaya hazırız” dedi.

Belgrat'taki Şeyh Mustafa Türbesi TİKA Tarafından Restore Edilecek

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA), artan ofis sayısı ve genişleyen faaliyet coğrafyasıyla çalışmalarına devam ediyor.



















 İşbirliği ve teknik yardım projelerinin yanı sıra restorasyon çalışmaları yapan TİKA’nın çalışmaları sonucunda ortak mirasa ait mekanlar harabelikten kurtarılıyor. TİKA, son olarak Belgrat'taki Şeyh Mustafa Türbesi'ni restore ettirecek.

TİKA, Belgrad’da bulunan sınırlı sayıdaki Osmanlı eserlerinden biri olan Şeyh Mustafa Türbesi'ni bakımsızlıktan kurtaracak. Dönemin Sadi Tarikatı Tekkesi şeyhi olan Şeyh Mustafa'ya türbenin dönemin Kaymakamlarından Hüsnü Efendi tarafından yaptırıldığı belirlendi. Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) 2006 yılında Şeyh Mustafa Türbesi'nin restorasyonu için ilgili makamlarla görüşmelere başladı. 5 yıl süren girişimler sonucunda TİKA ve Belgrad Büyükşehir Belediyesi arasında türbenin restorasyonu için protokol imzalandı. İhalenin yapılmasının ardından projenin başlatılması öngörülüyor.

Cihan

Tapınakta Kazılar Durduruldu; Restorasyona Devam

Aydın'ın Didim ilçesinin en önemli Antik ve kültürel mirası olan dünyaca ünlü Apollon Tapınağının çevresinde sürdürülen kazı çalışmaları bu yıl ertelendi. Kazı çalışmaları yerine bu yıl tapınak çevresinde ve kazı evinde restorasyon çalışması yapılacak.

















Turizm Bakanlığı ve Alman heyetlerinin görüşmesi neticesinde Türkiye’de kazı çalışması yapan Almanların bu yıl kazı çalışması yerine Restorasyon çalışması yapacağı öğrenilirken 100 yıldan fazla Aydının Didim İlçesinde Apollon Tapınağı çevresinde kazı çalışması yapan Alman Arkeoloji Enstitüsü bu yıl restorasyon çalışması yapıyor.

Geçtiğimiz yıla kadar Alman Arkeoloji Enstitüsünce sürdürülen ve Almanya’nın Halle Üniversitesi Arkeoloji Bölümünden Prof. Dr. Andreas Furtuaengler’in kazı başkanlığında yapılan çalışmalar bu yıl durduruldu ve ekipler restorasyon çalışmasına başladı.

Apollon Tapınağı içerisinde Alman Taş Ustası Christoph Kronewirth önderliğinde tapınaktaki duvarlarda ve sütunlarda ekiplerce restorasyon çalışması yapılıyor.

Tapınak içerisinde yapılan çalışmaların 8 hafta süreceğini ve 6 kişilik ekiple çalıştıklarını belirten Kronewirth “ Duvarlarda ve sütunlarda restorasyon yapacağız. Çok zor bir çalışma ve ince bir iş… UNESCO standartlarında bir iş yapmaya çalışıyoruz. Kaliteye göre iş yapıyoruz. Kazılar bu yıl yok; nedenini ben bilmiyorum ama biz bu yıl restorasyona devam ediyoruz. İşimiz uzun ve zor; biz yavaş yavaş bunu yapacağız. Tüm çalışmanın tamamlanmasın için bize birkaç yıl lazım.”dedi.

Almanya Bochum Üniversitesi Arkeoloji Bölümünden ve Kazı Evi restorasyon sorumlusu Prof.Dr Helga Bumke ise Bu yıl Alman heyetleri ile Kültür ve Turizm Bakanlığının görüşmeleri sonucunda Türkiye’de kazı yapan Almanların bu yıl kazı yapmayacağını ve önceki yıllarda kazılarda çıkan kalıntılar üzerinde restorasyon çalışması yapılacağını bildirdi.

Prof. Dr. Bumke 12 kişilik ekiple Alman Kazı evinde çalışmalara başladıklarını ve Eylül ayında 2 ekibinde restorasyon çalışmalarına dahil olacağını belirterek “Bu yıl kazılar olmayacak; gelecek yıl kazılara kaldığımız yerden devam edeceğiz.”dedi.

Cihan

'Düğmeli Evler' Restore Edildi

Antalya'nın Akseki ilçesi Cevizli beldesinde 'Düğmeli Evler' olarak nitelendirilen ve koruma altına alınan 59 evden ikisi Antalya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararınca restore edildi.


















Cevizli beldesinde Ahmet Nadir Yüksel ve Fatma Çalışkan'a ait 150 yıllık evlerin restorasyonu için Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğüne başvurdukları belirtilerek, 'Taşınmaz Kültür Varlıklarının Onarımına Yardım Sağlanmasına Dair Yönetmelik' gereğince ayrılan ödenekle iki evin restorasyon çalışmalarının tamamlandığı bildirildi.

EVİ KURTARMIŞ OLDUK

Evi satın aldıklarında harabe halde olduğunu anlatan Fatma Çalışkan, şöyle konuştu: "Evin üst katını kendi imkanlarımla

oturacak şekle getirdim. Bu ev Cevizli'nin en eski evlerinden biri. Bir gün gazetede kültür varlıklarının korunması konusunda okumuş olduğum yazı ile araştırmalar yaptım. Antalya'ya giderek 2005 yılında Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğüne başvuru yaptım. Devlet başvurumu ciddiye aldı. Daha sonra evin korunması için ödenek çıkardılar. Mimara proje için 10 bin lira, evin onarımı için 20 bin lira ödenek ayrıldı. Bunun yanında 8 bin 500 lira kendimiz katkı sağladık. Ayrılan ödenek ile evin arkasına istinat duvarı yapıldı. Alt katın sıvaları sökülerek yeniden sıvandı. Yerler yeniden döşendi. Dışarıda yıkık olan yerlerin yeniden sıvası yapıldı. Biz de bu ayrılan ödeneğin tamamını evin restorasyonunda kullandık. Bu ev

20 yıl önce koruma altına alınarak tescil edilmişti. Evi kurtarmış olduk."

Evin iki odasında orijinal işlemeli tavanları bulunduğunu belirten Çalışkan, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na katkılarından dolayı teşekkür etti. Düğmeli Evler'in önemli bir özelliği olduğunu kaydeden Çalışkan, "Üst katta yaklaşık 30 derece sıcaklık varken alt katta sıcaklık 15 derece oluyor. Alt katın doğal klima özelliği vardır" dedi.


















 KORUMA ALTINDA OLDUĞU İÇİN ÇİVİ BİLE ÇAKAMIYORDUK

Cevizli beldesinde 150 yıllık evinin restorasyonu tamamlanan Ahmet Nadir Yüksel ise, 20 yıl önce koruma altına alınan tarihi evi, eşinin dedesinden satın aldığını anlattı. 20 yıldır evine çivi bile çakamadığını anlatan

Yüksel, şunları söyledi: "Koruma altına alınan evime tadilat yapamıyorduk. Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'na başvuru yaptım. Başvurum kabul edilerek 10 bin lira karşılığında proje hazırlandı. Bize evin restorasyonu için ise 20 bin lira ödenek ayrıldı. Evimize gelerek proje hazırlandı. Sözleşme yapıldı. Burada ilk öncelik olarak çatının ve dış görünümünün yapımı ön planda tutuldu. Kendim ise 10 bin lira civarında katkı sağladım. Evim yeniden restore edildi."

Akseki ve çevresinde 104 ev projesi hazırlandığı ve 4 eve restorasyon için ödenek çıkarıldığı belirtildi. Evlerin 150 yıl önce Alanya'dan gelen Rum ustalar tarafından yapıldığı, tavanların orijinal şekilde durduğu, tavanların hala kök boya olduğu ve hiç solmadığı öğrenildi.



Birgi’nin koruma tarihinde yeni sayfalar

Tarihi Kentler Birliği’nin kurucu üyelerinden Birgi, Küçük Menderes Havza’sındaki öncü rolüyle doğal ve kültürel mirasını korumaya devam ediyor. ÇEKÜL’ün “7 Bölge 7 Kent” projesine kapsamında, 1996 yılında yapılan koruma amaçlı imar planı esas alınarak koruma hareketinin başlatıldığı Birgi, ardından TKB’nin kurucu üyeleri arasında yerini aldı.














Birgi’de bugün

200’e yakın anıtsal ve sivil mimarlık örneği tescillendi. Tescilli binaların ve özgün sokak dokusunun sağlıklaştırma uygulamaları devam ediyor. Çakırağa Konağı ve çevresi acil eylem planı kapsamında sokak sağlıklaştırma, cephe restorasyonları hız kazanacak. Önemli yapıların rölöveleri dijital ortama geçirilerek veri tabanı oluşturulacak. Kamu binaları cephe iyileştirmeleri yapılacak. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne tahsis edilen Sandıkoğulları Konağı restore edilecek. Pansiyonculuğun geliştirilmesi için seminerler düzenleniyor.  Arkeolojik alanlarda kazı çalışmalarının başlaması için girişimler devam ediyor. Ayrıca UNESCO Dünya Mirası Aday Listesi’ne giren Birgi, Slow City olmak için de başvuruda bulundu. Aydınoğlu Hamamı, İmamı Birgivi Medresesi, Çukur Medrese, Güdük Minare Mescidi gibi Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı eserlerde de restorasyon çalışmaları yapıldı ve yapılmaya devem ediliyor. Vakıflara ait bazı yapılar Belediye tarafından işlevlendirildi ve kullanıma açıldı. 
























Kurtgazi Mahallesi II. Kısım, Umurbey Caddesi, Taşpazar Küme Evleri Kentsel Tasarım Projesi, Demirbaba Küme Evleri Kentsel Tasarım Projesi, Cumhuriyet Mahallesi Sokakları, İmam-ı Birgivi Çevre Düzenlemesi, Hacı Paşa Çevre Düzenlemesi, Köprülerin Sağlıklaştırılması başlıkları Birgi Belediyesi’nin gündemindeki öncelikli projeler.























Belediye Başkanı Cumhur Şener, ÇEKÜL YDK üyesi y.mimar Metin Kerskin, Prof. Dr. Metin Sözen 
Belediye Başkanı Cumhur Şener ve ekibinin yoğun çalışmaları sonucunda hızla tamamlanması planlanan projeler, Prof. Dr. Metin Sözen ile de paylaşıldı. Sözen’in Haziran ayında gerçekleştirdiği Birgi ziyareti sırasında sunulan projeler yerinde incelendi. Metin Sözen, “Birgi artık koruma yolunda bir model oldu. Yaptığı uygulama ve projelerin devamlılığıyla da bunu pekiştiriyor. Birgi’deki yöneticilerin ve koruma gönüllülerinin azmi, halkın olumlu yaklaşımı, kentin doğasıyla da bir bütün olarak korunma yoluna devam etmesini sağladı. Bugün Birgi’de organik tarım başladı, incirine sahip çıkıyor, derelerini ıslah ediyor, bu çalışmalarını paneller, söyleşiler ve eğitimlerle destekleniyor. Koruma bilinci tek yapı ölçeğinden kent bütününe ve havzaya ulaştı. Birgi’nin başarısının temelinde, koruma gönüllülerinin içten çabası ve güncel bilgiyi takip ederek Birgililerle paylaşmasının etkisi var” diyerek, Başkan Şener ve ekibiyle özellikle oluşturulacak yeni meydanlar hakkında da bilgi aldı.
Tarihi Kentler Birliği’nin her yıl düzenlenen Koruma ve Özendirme Yarışması’na katılarak kültürel dokuyu korumak-yaşatmak için yaptıkları istikrarlı çalışmalar nedeniyle Birgi, bu yıl “Süreklilik Ödülleri”ne uygun görüldü. Diğer kentlerle birlikte ödülünü Ekim ayında yapılacak YAPEX Koruma Fuarı’nda alacak. 


Osmanlı Valisi Kadirbeyzade İbrahim Lütfü Paşa konağı Restore ediliyor

Osmanlı döneminin Gazze Valisi ve Osmanlı Meclisi Mebusanı’na milletvekili seçilmiş Osmanlı paşası Gümüşhaneli Kadirbeyzade İbrahim Lütfü Paşa konağının restorasyonu son aşamaya geldi.














 Konak varislerinin hibe ettiği ve Belediye Başkanlığı tarafından, Doğu Karadeniz Kalkınma Ajansı (DOKA) desteği ile sürdürülen restorasyasyon çalışmalarının büyük bir titizlikle sürdürüldüğünü ifade eden Belediye Başkanı Mustafa Canlı, konağın restorasyonunun 2 ay sonra bitmesinin planlandığını, restorasyonun ardından çevre düzenlemesinin de yapılacağını söyledi.

KONAK ÖNÜNDE BİLİNMEYEN YENİ BİR HAMAM DAHA BULUNDU
Kamuoyunda Zeki Kadirbeyoğlu adıyla anılan konağın isminin Kadirbeyzade İbrahim Lütfü Paşa Konağı olduğunun altını çizen Başkan Canlı, konağın önünde kazı yapıldığı sırada tesadüfen bulunan hamam kalıntısı için de gerekli yazışmaları yaptıklarını ifade etti.
Canlı, “Restorasyon için kazı yapıldığı sırada konağın çaprazında yeni bir hamam kalıntısı bulduk. Konağın önünde bulunan ve sadece kubbeden ibaret olan yapıdan ayrı olan ve henüz bilinmeyen bu eseri bölge sakinlerine ve tarihçilere de gösterdik. Bugüne kadar varlığını bilmediğimiz bu alanın tescili ve tespiti için Koruma Kuruluna yazı yazdık. Tarihçiler bulunan hamamın 19.yüzyıldan daha eski olduğunu düşünüyorlar. Yakında uzman heyet gelip inceleme yaparak tespitini yapacak.” dedi.
Süleymaniye mahallesinin açık hava müzesi olması için ellerinden gelen herşeyi yapmaya hazır olduklarını ifade eden Başkan Canlı, restorasyon çalışmasının 2 ay içerisinde bitmesinin planlandığını, yeni ortaya çıkan hamamı da tescil ettirip onun da restorasyonu için çalışma yaptıklarını söyledi.

“DİĞER HAMAMI VAKIFLAR RESTORE ETSİN, BİZ İŞLETECEĞİZ”
Başkan Canlı ayrıca, geçtiğimiz dönemde yapılan İl Koordinasyon Kurulunda gündeme gelen “hamam” sözünün de arkasında olduğunu belirterek, restore ettirdikleri konağın 30 metre ilerisinde bulunan tarihi hamamında Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından restore edilmesi halinde işletmesinin Belediye tarafından yapılacağı sözünü yineledi.

SÜLEYMANİYE’NİN YOLU SİT ALANINA KADAR YAPILACAK
Kamuoyunda tartışma konusu olan mahallenin yolunun da önümüzdeki günlerde ihale edileceğini ifade eden Canlı, kent merkezinden Süleymaniye sit alanına kadar olan bölümün ihalesinin yapılarak yolunun da adına ve tarihine yakışır hale getirileceğini belirtti.
Başkan Canlı, şöyle konuştu: “Süleymaniye Mahallesi, değişik kültürlerin uzun yıllar birlikte huzur içinde yaşadığı bir yerleşim yeri olma özelliğine sahiptir ve adeta açık hava müzesi görünümündedir. Buradaki tarihi konakların restore edilmesi şehrimizin turistik önemini daha da artıracaktır. Bu amaçla İbrahim Lütfü Paşa Konağının restorasyonunda geldiğimiz nokta oldukça sevindiricidir.”

GÜMÜŞHANE (İHA)

MODERN MİMARLIK AKIMLARI


                                                         

 -20.Yüzyılın Modern Mimarlık Akımları:

     1897 yılında  J.J. Thomson elektronu buldu. Artık atom Grek asıllı adından sanıldığı gibi bölünmez değildi ve böylelikle yeni bir çağ açılmış ve beraberinde modern fiziğin temelleri atılmış oluyordu. Sanat tarihçiler modern sanatla modern fiziğin aynı zamanda doğduğunu çünkü ikisinin de aynı düşünceden başladığını savunurlar. Mimari akımların her birinin de yaşandığı dönemde görülen sanat akımlarıyla bağlantıları vardır.


1-FÜTÜRİZM: (1909)

     20.yüzyılın ilk on yılı içinde gelişen sanat ve mimarlık dünyasının en ilerici , en yenilikçi , özgün ve ileri hareketidir. 20 şubat 1909 ‘da yayınlanan 1.fütürist manifestosu (bildirgesi) onların estetik anlayışlarını şöyle ifade eder. “Biz tehlike , enerji ve yalınlığın şarkısını söyleyeceğiz ve açıklıyoruz ki dünya yeni bir güzellikle zenginleşmektedir. Hızın güzelliğiyle, yılankavi egzos borularından çıkan patlayıcı nefesiyle bir yarış otomobili kükreyerek giderken makinalı tüfek gibi sesler çıkaran bir otomobil antik güzelliğin simgesi olan Yunan heykellerinden kat kat güzeldir. “ Mimari  alanda Antonio Santella ve Mario Chiattone fütürizmin anlayışına uygun eserler ortaya koymağa çalışırlar. Santella projelerini hazırladığı Citta Nuova ‘da göktırmalıyanlar, metrolar, asansörler, farklı boyuttaki trafik şeritleri gibi ilginç ve yeni fikirler kullanmıştır ve konuyla ilgili olarak “Modern kentlerimizi muazzam bir tershane gibi yaratıp yeniden inşa etmeliyiz. Her yer hareketli ve dinamik, modern binalar ise dev bir makine gibi olmalıdır.” Ancak onun bu radikal ve ilerici görüşleri 50 yıl sonra Paris’teki Pompidou iş merkeziyle bir ölçüde gerçekleşecektir. Ona göre mimarlık sadece fayda ve pratikliğin kuru bir birleşimi olmayıp bir sanattır. Buda sentez ve ifade demektir. Santella geçmişin klasik ve statik estetiğine karşı çıkmakta ve taraftarlarıyla beraber  “ Mimari Dinamizm “ dediği değişim ve hızdan kaynaklanan canlı bir estetiğe ulaşmaya çalışmaktadır. Yine ona göre eğik ve eliptik çizgiler öz tabiatlarından dolayı dinamik olup dik ve yatay çizgilere göre bin kat fazla duygusal güce sahiptir ve dinamik bir mimari onlarsız düşünülemez.
   


2- NEO-PLASTİSİZM : ( De Stil ) (1917)

      20. yüzyılın anti-natüralist soyut sanat anlayaşındaki topluluklardan biride Hollanda’da Piet Mondrian gibi ressamlar, Gerrit Rietveld gibi mimarlar, heykeltraş Vantangerlo, Hugo Ball, Jean Arp gibi şairlerin başını çektiği grup 1917 yılında çıkardıkları De Stil dergisinde görüşlerini ifade ederler. Topluluk elemanlarından Doesburg ve Mondrian yeni hareketin teorik ilkelerini ortaya koyma ve bu ilkeler doğrultusunda eserler vermekte grubun önde gelen kişileri olmuşlardır.
      Mondrian’ın tüm resimlerinde aynı espri hakimdi. Beyaz bir fon üzerinde nötr biçimler olarak adlandırdığı kareler, dikdörtgenlerden oluşan kompozisyonlar yapıyor, daima dik açılı düzende çalışıyor ve bunları kırmızı, mavi, sarı renklerle boyuyordu. Ara çizgilerde siyah, beyaz veya griden oluşuyordu. Mondrian’ın bu ısrarlı tutumunu daha da uç noktalara götüren Kasimir bütün tual üzerine tek bir kare koyarak total rasyonalizme ulaşmıştır.
      De Stil’ in etkileri mimarlık alanında önemli olmuş ve onun değerleri ön plana alınarak Bauhaus ekolüne kadar ulaşmıştır. 1920’lerde Le Corbusier tarafından savunulan Punizm, Mies Van der Rohe tarafından daha da ileri götürülmüş ve Mondrian-Kasimir etkileşiminde olduğu gibi Le Corbusier – Van der Rohe etkileşiminde I.T.T. mimarlık okulu binasında total bir mekana yani tüm binanın bir dikdörtgen prizma mekan şeklindeki ifadesine ulaşılmıştır. Yani saf, yalın, soyut, geometrik, dik açılı, biçimlerle kompozisyon yaratmak.
        Doesburg mimarilerini karşıt-kübik olarak niteleyerek şöyle açıklar : Buda fonksiyonel mekan hücrelerini kapalı bir küp içinde dondurmaya çalışmaktan kaçınmak demektir. Bunun yerine taşan düzlemlerden balkonlarda olduğu gibi fonksiyonel mekan hücrelerini küp yada yapı merkezinden dışarı doğru merkezkaç kuvvetin etkisiyle fırlatır ve böylece yükseklik, genişlik, derinlik ve zaman yaklaşımlarıyla yeni plastik ifadeler elde edilir. Böylece mimaride aşağı –yukarı uçan bir görünüm kazanır ki buda doğanın yer çekim yasalarına karşı gelmektir, harekettir. Doesburg bu ifadesiyle bilinen geometrik formlara karşı çıkmaktadır.
         Amerikalı Frank Lloyd Wright , Doesburgun teorisini geliştirmiş ve onu “kutunun parçalanması” diye adlandırmıştır. Ayrıca Wright ünlü Şelale Evini de bu teorinin ışığında tasarlamıştır. Teoriyle ilgili olarak Doesburg “önceden kararlaştırılmış tip” form anlayışına diğer deyişle tümdengelim yaklaşımına karşı çıkmakta ve “dıştan” kaynaklanan geleneksel estetik ağırlıklı mimari tasarım yöntemini reddetmektedir. ona Göre mimar yaratacağı binasının bitmiş formunu önceden tayin etmemelidir. Çünkü bu durum tümdengelim bir davranış olup bazı estetik formülleri peşinen kabul etmek demektir. Doesburg mimarın pratik yaşam isteklerinden yola çıkmasını ister. Böylece içten dışa gelişen mantıksal adımlarla problemi parçalara bölerek çözüm arama yöntemi gelişir ki bu işlevci ve tümevarımcı bir yaklaşımdır. Bu yöntem sonucunda mimari forma ulaşılır. Bu nedenle tümdengelim yönteminde form verme söz konusu iken, tümevarımda ise form bulma söz konusudur. Ancak mimarlık hem fonksiyona hem de estetiğe cevap vermek üzere çift amaçlıdır. Dolayısıyla mimari bir eserin başarılı sayılabilmesi için işlevsellik ve güzellik kriterlerini bir arada bulundurmalıdır. Ancak yinede De Stilcilerin yönteminde bile tasarım aşamasının sonunda inşaat aşamasına geçmeden form belirlenmiştir.
Fran Lloyd Wright’ın 1936’da Pennysylvania’ da gerçekleştirdiği Şelale Evinde Doesburg’un teorisinde belirttiği gibi fonksiyonel mekan birimleri küpün yada yapının merkezinden dışarı doğru fırlamış ve mimari eser uçan bir görünüm kazanmıştır.
       Tarih boyunca geleneksel şekilde toprağa bağlanmış tüm kütlesiyle yere oturmuş binalar bu kütlelerde olduğu gibi topraktan kurtulma çabasında olup tıpkı bir ağaçta olduğu gibi toprağa minimum temas eden ve yukarı doğru genişleyen bir biçim kazanmaktadır. Betonarme, çelik gibi çağdaş malzeme ve teknolojilerle bu yeni fikirler hayata geçirilmeye başlanmıştır.
       Portoghesi ve Vittoria Gigliotti’nin StMarinella’daki apartmanı ve Mashe Safdie’nin Montreal’deki toplu konut yapılarında önceden belirlenen bir form anlayışı yoktur. Ana kitleden fırlayan fonksiyonel mekan birimleri bütüne yada mimari forma dinamizm kazandırmaktadır. Önceden belirlenmemiş bu tasarım yöntemiyle varolacak sonuçta bir defaya özgü orijinal bir form olacaktır.
       Bazı mimarlarda bina cephelerini bir Mondrian ve Doesburg resmi gibi ele almışlardır.  Gerrit rietveld’in Hollanda Utrecht’teki Schröder evi, De Stil grubunun mimari ölçekte iki boyutlu ifadesi vardır. Dikdörtgen ve karelerle yapılan dik açılıcephe kompozisyonunda, renklerde aynı espri çerçevesinde kullanılmıştır. Sarı, kırmızı, mavi. Bu tutumun aşırı bir örneği olarak bina cephesini adeta soyut bir Mondrian resmi gibi ifade eden Paul Rudolph’un tasarladığı evi gösterebiliriz. Binaya dıştan bir eklenti niteliğinde olan ve iç fonksiyondan kaynaklanmayan bu tür biçimci bir tutumun mimari başarı kriterleri arasında yer alması kuşkuludur.
       

3- FONKSİYONALİZM:
    
     İşlevsellik çağdaş mimarinin dayandığı temel tasarım ilkelerinin en önemlilerinden olup Amerikalı mimar Louis Sullivan tarafından mimarlıkta kullanılan “biçim işlevi izler” sloganına dayanır. Gerçektende pratik işlevlere çözüm arayarak yola çıkan bir tasarımcı işlevsel yöntemle bir biçime ulaşır. Ve bu biçim yada form mimarlığın ana kriterlerinden ilki olan işlevselliği yerine getirir. Eğer bu biçim sağlam inşa edilmişse rüzgar, zelzele gibi güçlere dayanabiliyorsa işlevsel bir form yani bir bina yaratılmış demektir. Ancak bu yapının estetik değerlerinin büyüklüğü onun mimari değerlerinin de ölçütü olacaktır. Bu değer yüksek düzeydeyse mimarlıkta yüksek, orta ise mimarlıkta ortadır. Eğer bu değer olumsuz ise mimarlıkta olumsuzdur. Dolayısıyla ortada güzel olmayan mimarlıktan uzak bir yapı vardır.     

4- PURİZM:
   
     Bu akım Le Corbusier ve Amedeé Ozenfant tarafından yaratılan bir hareket olup ikili düşüncelerini 1918’de beraber yayınladıkları Aprés Le Cubism (kübizmin sonrası) adlı kitapta açıklamışlardır. Bu kitap Volter’in bir ifadesi ile başlar; ”Gerileyiş işin kolayına kaçmanın , iyi yapmaktaki tembelliğin, güzele olan ilgisizliğin ve acayip zevklerin bir ürünü olarak ortaya çıkar.” Kitabın son cümlesi ise puristlerin konuya yaklaşımını verir. Bir sanat eseri “Rastlantısal, seri dışı, izlenimci, tepkici ve pitoresk(sevimli) olmamalı ama bunlara karşın genelleşmiş , statik ve değişmezliğin bir ifadesi olmalıdır.” Açıkça belirtildiği üzere bu ikili sanatta evrenselliği, durağanlığı savunmakta, kişiselliğe ve dinamik davranışlara sırt çevirmektedir. Bu kitapta ilginç bir değerlendirme vardır. “Bana Amerika’dan getirdiği fotoğrafları gösterdi –buğday siloları- bunlar sanatçılar tarafından değil ama tanınmamış mühendisler tarafından tasarlanmıştı. Onların üstün güzelliği beni çarptı. Zaten az olan süslemelerini boya ile örtünce purist bir tasarım meydana geldi. Purizmin ideolojisi içinde güzellik; saf, yalın birincil formlarda bulunmuştu. Küpler, koniler, silindirler, piramitler en güzel formlardır.” Corbusierin güzellik anlayışının kökleri antikiteye kadar gider. Sümerlerden, eski Mısır, eski Yunan’dan gelen Rönesans’ta tekrar ortaya çıkan ve genelde klasik olarak adlandırılabilen bu anlayış 20 yüzyıl sanatında Corbusierin öncülüğünde Purizmadı altında devam etmektedir. “Yalınlık yoksunluk demek değildir; amacı saflıktır, arındırmaktır.”
       Puristler için form birincil ve ikincil olmak üzere ikiye ayrılır. Örneğin bir küp herkes için aynı plastik anlamı taşır. Oysa spiral bir form bazıları için yılanı ve bazıları içinde bir girdabı anımsatabilir. Bu tür formlarda ikincil formlardır. Birincil formlar purist yapıların esası olarak kabul edilir. Corbusier 1911’de İstanbul’a geldiğinde camilerin bir analizini yapmıştır. “kütlelerinde geometrinin disiplini vardır:kare-küp-küre, planda ise tek eksene göre dikdörtgenvari bir kompleks. Dolayısıyla Corbusier’in Osmanlı Mimarisinde purizm ilkelerini bulduğunu söyleyebiliriz. Purizmin formları kişisel formlar olmayıp anonim, evrensel, genel-geçer, rasyonel formlardır ve bunlarla yapılan sanat eserleri ve kompozisyonlarda evrensel olacaktır. Böylece purizm rasyonalizme yol açıyor ve giderek “uluslar arası mimarlık akımı” doğuyordu.
LE CORBUSİER:Corbusier’in purist-rasyonalist karakterde verdiği eserler 1920-1950 arası onun klasik dönemini içerir. Bu eserler arasında Citrohan Evi(1920), Centro Soyuz(Moskova-1928) ve göreceğimiz eserler sayılabilir.

VİLLA SAVOYE: (1929-1931)-Poissy
     Ev yerden yükseltilmiş bir kutudur ve çepeçevre şerit şeklinde olan sürekli pencereleri vardır. Le Corbusier yapıda U biçiminde olan 1.kat planını bir kareye tamamlamış böylece oluşan kübün pencereleme şeklini de yatay bantlar şeklinde ifade etmiştir. Diğer bir deyişle binaya dıştan baktığımızda üstü açık balkon bölümünü göremeyiz. Çünkü bu bölümün cepheleri de salon pencereleri gibi gösterilmiştir. Kübün 4 cephesinde kesintisiz dönen yatay pencere bantlarının arkasında farklı hacim ve işlevler yer almıştır. Küp formu yalnızca çatı katındaki güneşlenme yerini çevreleyen silindirik duvarlarla bozulmakta ve statik değişmez kütle bir ölçüde hareket(dinamizm) kazanmaktadır. Bina geometrik oranlarıyla geçmişe bağlanırken geleneksel yapılarda olduğunun tersine yere bağlanmamış yerden koparılıp ince kolonlar üzerine alınarak adeta uzayda-boşlukta durması sağlanmıştır. Renk olarak beyazın seçilmesi doğanın ve gökyüzünün değişen renkleriyle bir tezat oluşturması ve yapının uzaklardan fark edilmesini sağlamıştır.

Corbusier’in bu yapısı çağdaş mimari ve teknolojiyle , çağdaş konstrüksiyon arasında 5 noktada bağlantı kurmuştur:   
1-Kolonlar bütün yükleri alarak taşırlar ve duvarları taşıyıcı olmaktan kurtarırlar.
2-Yapının taşıyıcı iskeleti ve duvarları fonksiyonel yönden birbirinden bağımsızdır.
3-Bağımsız plan:Betonarme iskelet sadece bir teknik özellik olarak değil aynı zamanda estetik bir öğe olarak kullanılmıştır. Bölme duvarları ise iç mekanı tanımlayıcı öğelerdir ve bu tarz yapıların çok katlı örneklerinde kat planlarının her katta değişik olarak düzenlenebilmesi mümkün olmaktadır.
4-Bağımsız cephe.
5-Çatı bahçesi:Bu yapıyla düz çatılar kullanılabilir hale gelmiştir. Ayrıca çatıda binanın zeminde kapladığı kadar bir alanda bahçe yapma imkanı doğmuştur.

     Corbusier Paris’teki İsviçre talebe yurdu binasının da saf dikdörtgen prizmatik kütleyi güçlü kolonlar üzerinde yükselterek zemini boş bırakmıştır. Bu binada  merdiven, asansör, tuvalet gibi ikincil işlev elemanları(servis mekanları) ikincil formlarla ayrı bir parça olarak ana kitleye bağlanmıştır. Böylece “saf prizma” etkisi ikincil formlarla zenginleştirilirken tasarım yöntemi de tümevarım yönünde ağırlık kazanmıştır.
     
      Corbusierin Marsilya’da gerçekleştirdiği toplu konut binası da önceki yapılarla aynı ilkelere dayanır. Saf  prizma, sağlam kolonlar üzerinde yükseltilerek zeminden koparılmıştır. Prizmanın dış örtüsü ise balkonlar ve güneş kırıcılar dolayısıyla üç boyutlu olup bu cephelere gölge ışık etkisinin hareketliliğini kazandırmıştır.

LUDWİG MİES VAN DER ROHE:

FARNSWORTH EVİ:

Bu yapı Corbusier’in yapılarında olduğu gibi geleneksel şekilde temel duvarlarıyla yere bağlı olmayıp çelik kolonlar üzerinde topraktan ayrılmış camdan, saf, yalın, dikdörtgen bir prizmadır. Sanatçı bütün eserlerini en ince noktasına kadar düşünmüş ve tasarladığı  “cam kutular” usta bir kuyumcunun yonttuğu kristaller gibi değerlendirilmiştir.

Van der Rohe’un eserlerini iki şekilde inceleriz:

1-1937yılına kadar süren Avrupa’daki çalışmaları:
  
   Berlin       (1919-1921) : 2cam gökdelen projesi
   Stuttgart           (1927) : Weissenhof Sitesi
   Krefeld             (1928) : Lange evi
   Barcelona         (1929) : Almanya Pavyonu
   Çekoslavakya  (1930) : Tugerdhat Evi
                  (1931-1938) : Avlulu Ev Projeleri

2-1937 yılında politik baskılar sonucu Almanya’yı terk edip ABD’ye yerleşir ve çalışmalarını burada sürdürür.

    İllinois Teknoloji Enstitüsü 
    Chicago Konutlar (1948-1951-1957)
    Farnsworth Evi (1950)
    Almanya  (1953) : Mannheim Tiyatro Binası
    Chicago   (1954) : Kongre Salonu Projesi
    Küba       (1959) : Bacardi Bürosu
    Newyork             : Citrohan
    Berlin      (1968) : Milli Galeri


Rohe tüm bu eserlerde daima dikdörtgen prizmatik formları yalın ve saf biçimde kullanmış ve düşüncesini şöyle açıklamıştır “Biz formel problemlerle uğraşmayı kabul ediyoruz.” Böylece mimari formu en baştan kabul eden sanatçı için formel problemler gerçekten söz konusu değildir. Sanatçı yaptığı işi “ilginç olmak istemiyorum, iyi olmak istiyorum” sözleri ile özetler. Oysa dönemin ünlü bir eleştirmeni sanat eserini şöyle tanımlar:” sanat eseri dinamik olmalıdır seyircinin dikkatini çekmeli, heyecanlandırmalı, belli bir duyguyu hayata geçirmelidir.”

WALTER GROPİUS:
   
    Fogus ayakkabı Fabrikası: (Alfeld) : Sanatçının ilk önemli eseridir. Adolf Mayerle birlikte tasarladıkları yapıya esas itibariyle cam ve metalden oluşan bir perde cephe giydirilerek yalın, saf, net bir çözüm elde edilmiştir. Simetri, statik denge gibi ilkeler kompozisyona hakimdir.

   Bauhaus Binası : (1926) : Burada ise bu kez birden fazla yalın dikdörtgen prizmayı birbirine ekleyerek daha dinamik bir kompozisyon elde etmiş ve kendi deyişiyle simetrinin yapmacık anlamsızlığı yerini serbest asimetrik gruplaşmanın canlı ve ritmik dengesine terk etmiştir.

       


5- Ekspresyonizm: (1918) (Dışavurumculuk)

      20. yüzyılın başlarında özellikle Almanya’da gelişen ve kubizm, putirzm, neoplastitizm gibi bir sanat akımı olarak karşımıza çıkar. Ekspresyonistlere göre sanat eserlerinin tümünde ifade vardır. Cümleyi ters çevirirsek ifade sanat eserinde olması gereken bir niteliktir ve ifadesiz bir sanat eseri olamaz. Bir sanat eserinin ortaya konmasında farklı aşamalardan geçilir. İlk aşamada doğadan alınan izlenimlerin etkisi görülür. İkinci aşamada orijinal tinsel bir sentez söz konusudur. Üçüncü aşamada bu özgün ifadeye bir haz duygusu katılır. Son aşamada sanatçı yarattığı bu alt yapıyı ses, taş, beton gibi fiziksel elemanları kullanarak somut hale sokarak sanat eserini yaratır. Bu aşamalardan geçen ,orijinal ifade gücü yüksek mimari eserlerde üstün estetik değerlere sahip olarak nitelenir. Bu türden bir yapının sahip olması gereken kriterleri Naun Gabo “mutlak form” olarak adlandırır. Ona göre kendi hayatı olan, kendi dilini konuşan, kendine özgü duygusal bir etkisi olan, duygusal gücü tek,ani, dayanılmaz ve evrensel olan sadece akıl ile anlaşılmayan formlar mutlak formlardır.
      Ekspresyonist mimarlar modern mimarlığın gelişme aşamalarından geçmişler modern mimarlığın 1920-1930’larda klasikleşen kuralları çerçevesinde eserler verdikten sonra kendi kişiliklerini yansıtan özgün ifadeli eserlere girişmişlerdir.
      Modern mimarlığın klasik devresinin olumsuz bir klişe haline gelerek uluslar arası uslup adı altında kişilikten yoksun monoton gelişmesi sonucu bölgesel ve kültürel farkları yok eden bu mimariyi Frank Lloyd Wright “telefonla nakledebilinecek mimari” diyerek hafife alıyordu. Ana çizgileri ile incelemeye çalıştığımız ekspresyonist mimari yönelimlerin hepsi rasyonel mimarlığın katı geometriciliği şematizmi ile kesin bir çatışma halinde olup irrasyonel bir tutum içerir. Ekspresyonist yapılar rasyonel, uluslar arası üsluba tezat oluştururken mimariye getirdiği özgünlük, atılganlık, canlılık, dinamizm ve tek defalılık kentlerin monoton görünümünü değiştirdiği gibi onları röper noktası konumuna da getirecektir. Örneğin Sdney Opera Binası, Eyfel Kulesi, yalnızca bulundukları şehirlerin değil bulundukları ülkelerinde simgesi durumundadırlar.

ERICH MENDELSOHNN:

*Einstein Kulesi: Potsdam – Almanya (1920)

Mendelsohnn’un erken dönem yapıları ekspresyonizmin güçlü örneklerini içerir. İrrasyonel bir biçim gösteren yapı tek bir kütleden oyularak yaratılmış özgün bir heykeli andırır. Mimarı da yapı için Einstein’ın izafiyet teorisinin araştırması için inşaa edilmiş yapı aynı zamanda onun anısına dikilmiş bir anıttır. Dolayısıyla yalnızca bir mimari eser olmayıp bir heykeldir de.

FRANK LLOYD WRİGHT:

*Guggenheim Müzesi: (1943-1959)

Biçimsel analizi yapıldığında yatay bir platform üzerinde yükselen müzeyi oluşturan ters bir kesik koni ile idare kısmından oluşan bir yapı olduğu görülür. Müze mekanı zeminden helezonik şekilde yükselen bir rampa ile ortasındaki boşluktan ibarettir.bu iç mekan ve helezonik hareket dış yapıya da aynen  yansımıştır. Yani iç mekan ve dış kütle özdeştir, birdir. Ters kesik koni geometrik bir formdur. Spiral ince pencere bandları içerlek olup formun bütününü bozmaz. Bu form antik ve geleneksel yığma inşaat teknolojisine yani zeminden düşey yükselen form anlayışına terstir. Aşağıda dar fakat yukarıya doğru genişleyen bir form. Çağdaş teknoloji ile geliştirilebilen bu form yeni özgün ve heyecan vericidir. Tüm yapı tek bir malzemeden beyazımsı bej betonite ile kaplanmış. Brüt betondan yapılma pürüzsüz yüzeylerden oluşturulmuştur. Tıpkı heykeltraşın külden yaptığı bir heykel gibi. Yapı eleştirmenler tarafından “Wright’ın kente vurduğu son tokat” olarak tanımlanır.

LE CORBUSİER:

*Ronchamp Tapınağı: (1950-1953)

Yeşil bir tepe üzerine inşaa edilen yapı duvarlarının beyaz rengi, çevresindeki yeşil örtü ve gökyüzünün değişen renkleriyle tezat yaratarak binayı belirgin hale getirmektedir. 1944’te yıkılan eskinin yerine yapılan bu kilise yalnızca 200 kişiliktir. Ancak önemli açık hava dini törenlerinde kullanılmak üzere doğu cephesinde bir apsis ve vaaz yeri bulunmaktadır. Yapı içinde kuleleri aracılığıyla tepeden aydınlatılan 3 küçük şapel vardır. Eserin en çarpıcı yanı dik açıyla alakası olmayan eğrisel yüzeylerle kavranan bir iç mekandan oluşan formudur. İrrasyonel form kişiyle doğada oluşmuş masif bir kaya etkisi uyandırır. Yapı duvarları topraktan fışkırmış masif görünümler içerir ve bu duvar üzerinde boşluk oranı %3’ü geçmeyen farklı boyutlarda çok sayıda pencere açılmıştır. Yapının duvarları kesin kanıtı olmasa da Akdeniz mimarisinden esinlenmiş görülür. Ancak masif duvar görüntüsüne karşı duvarların yığma olmadığı çelik bir iskelet üzerine taş örülerek yapıldığını bilmekteyiz ki bu durum mimarinin 1920’lerden beri özellikle Villa Savoy’da uyguladığı yapı iskeleti ve duvarların görevsel olarak birbirinden bağımsız olma ilkesi ile çelişir. Ayrıca Villa Savoy2un zeminden koparılmış görüntüsüne karşın burada doğa ile bütünleşmiş bir yapı ilkelerle çelişmektedir. Yapının çatı örtüsü mimarın anlatımıyla 1946’da Newyork yakınındaki Long Island’da bulduğu bir yengeç kabuğundan esinlenerek tasarlanmıştır. Kalın salt betondan yapılmış görünen bu çatı örtüsü aldatıcı bir görünüm içerir. Gerçekte çatı birbirinden 2.26. mesafede 6cm. kalınlığındaki betondan mamul yapılmış çift cidardan oluşmaktadır ve her iki tabaka arasındaki bağlantı kirişlerle sağlanmıştır. Corbusier 1920’lerde getirdiği purizmin ilkeleriyle nasıl rasyonel mimarlığın öncülerinden olmuşsa mimarlığı statikten dinamiğe yönelten Ronchamp Tapınağı ile ekspresyonizmin öncülerinden olmuştur. Le Corbusier’in bu yapısı bir heykel gibi nitelenebilir ve bu başarısının sırrını mimarlığının yanı sıra ressam ve heykeltraş olmasında aramak gerekir. Yapıda geleneksel klasik simetri ve statik denge anlayışı yerine dinamik bir denge görülür.

JOHN UTZON: 

*Sdney Opera Binası: (1956-1973)

Sanatçı bu eseri ile mimarlık dünyasını sarsmıştır. Utzon seçimini baştan yaparak irrasyonel duygusal yönü seçmiştir. Yapı için düşünülen yer denize uzanan küçük bir çıkıntıdır. Bu alanda yapılacak bina için mimarının yaratı ve hayal gücü ona rüzgarda yelkenleri şişmiş bir gemi görünümü veren eskizleri çizdirmiştir. Yapının görünen imajının esas hareket noktası budur. Mimarına göre “yapıda çatının önemi büyüktür. Çünkü bu bina yukarıdan da görülecek bir yapıdır. Bu nedenle ben kare bir heykel tasarladım. Kabuk çatı örtülerinin beyaz yelken gibi biçimlerinin limanla olan ilişkileri yatların yelkenleri gibi doğaldır ve bu yarım adada daha güzel bir siluet düşünmek güçtür.”


HANS SCHARUN:

*Berlin Flarmoni Binası: (1963)

Projenin esas çıkış noktası geleneksel konser salonlarında görülen sahnenin yerinin değiştirilmesi sahnenin ortaya alınarak dinleyici sıralarının onu dairesel biçimde kuşatması esas alınmıştır. Mimar biçimi önceden kararlaştırılmış bu yapıda irrasyonel karşıt geometrik anlayışla içten dışa doğru gelişen bir tasarımla yapının kitlesini oluşturmuş. İki katlı yatay bir platform üzerinde yükselen amorf irrasyonel formuyla doğadan kendiliğinden oluşmuş masif bir kaya yada buzdağı görünümündeki yapının insanların alışageldiği geometrik formlarla hiçbir ilgisi yoktur. Yapıda anti-simetrik ve dinamik denge anlayışı başta gelen özelliktir.


EERO SAARIEN:

*Twa Binası: Newyork (1956-1961)

Yapının hareket noktası mimarın 1956’da bir restoranda yemek yerken menü kartına çizmiş olduğu krokilerdir. İrrasyonel anlayışla yapılan çizimlerde yapının formu kanatlarını simetrik olarak açmış iki ayağı üzerinde henüz yere konmuş büyük bir kuş görünümündedir. Ancak yapı bir kuşa benzediği için değil Gabo kriterlerini yerine getirdiği için estetik değeri yüksek mimari bir eser sayılacaktır. Yapı tasarım safhasında “esin’in” önemini vurgulayan bir örnektir.


6- POST MODERNİZM:

Post modernizm (1972) özgün bir mimarlık akışı olmayıp modern klasik devrin uluslar arası üslubuna bireysel ölçekte tepki gösteren mimarların oluşturduğu bir harekettir. Ancak birbirinden habersiz bu mimarlar arasındaki tek ortak nokta uluslar arası üsluba karşı çıkmak tepki göstermektir. Dolayısıyla yaklaşımın özgün bir felsefesi teorisi olmayıp yalnızca tepkisel niteliktedir. Ancak haklı tepkilerine karşı tuttukları yol yanlıştır. Philip Johnson, Mies Van Der Rohe’un öğrencisidir ve ustası için “Mies bir dahidir ama artık yaşlandım ve sıkıldım benim yönüm bellidir. Eklektik gelenek tarih boyunca sevdiğim şeyleri seçmeye çalışıyorum tarihi bilmezlikten gelemeyiz” der. Son yapılardan olan A.T.T. Bina’sının ön cephesi çatıda Barok çizgilere sahipken büro pencereleri aşamasında purizmin kübik kütlesini zemin kattaki lobi girişinde ise rönesansın ünlü yapılarından Pazzy Şapelinin ( Brunaccellhi) cephesinden izler görülür. Bu eklektik anlayış kuşkusuz geriye dönük bir çabanın olumsuz ürünüdür. İnsanoğlu ileri dönük, yaratıcı, yenilikçi

Kız Kulesi

Kız Kulesi hakkında çeşitli rivayetler anlatılan efsanelere konu olan İstanbul Boğazı'nın Marmara Denizi'ne yakın kısmında Salacak açıklarında yer alan küçük adacık üzerinde inşa edilmiş yapıdır

Üsküdar'ın sembolü haline gelen kule Üsküdar’da Bizans devrinden kalan tek eserdir MÖ 2475 yıllarına kadar uzanan tarihi bir geçmişe sahip olan kule Karadeniz’in Marmara ile kucaklaştığı yerde minicik bir ada üzerinde kurulmuştur Bazı Avrupalı tarihçiler buraya Leander Kulesi derler Kule hakkında pek çok rivayetler bulunmaktadır Evliya Çelebi kuleyi şöyle tarif eder: "Deniz içinde karadan bir ok atımı uzak dört köşe sanatkarane yapılmış bir yüksek kuledir Yüksekliği tam seksen arşundur Sathı mesehası ikiyüz adımdır İki tarafına bakan yerde kapısı vardır"

Bugün gördüğümüz kulenin temelleri ve alt katın mühim kısımları Fatih devri yapısıdır Kulenin etrafındaki sahanlık geniş taşlarla kaplanmıştır Üstündeki madalyon halindeki bir mermer levhada kuleye şimdiki şeklini veren Sultan II Mahmut’un Hattat Rasim’in kaleminden çıkmış 1832 tarihli bir tuğrası vardır Kulenin Eminönü tarafı daha genişçe olup burada bir de sarnıç vardır

Bugün gördüğümüz kulenin temelleri ve alt katın mühim kısımları Fatih devri yapısıdır Kulenin etrafındaki sahanlık geniş taşlarla kaplanmıştır Üstündeki madalyon halindeki bir mermer levhada kuleye şimdiki şeklini veren Sultan II Mahmut’un Hattat Rasim’in kaleminden çıkmış 1832 tarihli bir tuğrası vardır Kulenin Eminönü tarafı daha genişçe olup burada bir de sarnıç vardır

HARİKA MİMARİ ESERLER...     Kız Kulesi
İlk olarak Yunan döneminde bir mezara ev sahipliği yapan bu ada Bizans döneminde inşa edilen ek bina ile gümrük istasyonu olarak kullanılmıştır Osmanlı döneminde ise gösteri platformundan savunma kalesine sürgün istasyonundan karantina odasına kadar bir çok işlev yüklenmiştir Asli görevi olan ve yüzyıllardan beri varlığı ile insanlara geceleri ise geçen gemilere göz kırpan feneri ile yol gösterme işlevini hiç kaybetmemiştirGeçmişten geleceğe en çok da düşlere yol göstermektedir Kız Kulesi

Kız Kulesi 2000 yılında restore edilerek turizmin hizmetine sunulmuştur Kız kulesine ulaşım Salacak ve Ortaköy'den sandallarla yapılmaktadır

Çok eski tarihi geçmişi olan Kız Kulesi bir zamanlar Boğazdan geçen gemilerden vergi alınmak maksadı ile kullanılmıştır Kule ile Avrupa Yakası boyunca büyük bir zincir çekilmiş ve gemilerin Anadolu Yakası ile Kız Kulesi arasından geçişine(o zamanlar gemi boyutları küçük olduğu için geçebilmekteydi) izin verilmiştir Bir süre sonra Kule zinciri taşıyamamış ve Avrupa Yakasına doğru yıkılmıştır Kuleden suyun içinde bakıldığında yıkıntıları görülmektedir
HARİKA MİMARİ ESERLER...     Kız Kulesi


Antik Çağ'da Arkla(küçük kale) ve Damialis(dana yavrusu) adları ile anılan kule bir ara da "Tour de Leandros"(Leandros'un kulesi) ismi ile ün yapmıştır Şimdi ise Kız Kulesi ismi ile bütünleşmiş ve bu ismi ile anılmaktadır

Resim yazısı ekle

Ay Işığında Serenad: İMAR PLANLARI VE ÖZEL MÜLKİYET

Özcan Erdoğan Dr., Mülkiye Başmüfettişi, İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığı
Günümüzde imar planları, kentlerin çağdaş ve yaşanabilir olmasının vazgeçilmez temel belirleyicileri. Yeni imar planlarının yapımı sırasında, okul, yol, meydan, yeşil alan gibi kamusal ihtiyaçlara ayrıldığı halde fiilen kamulaştırılmayan ve bu kısıtlılık hali çok uzun yıllar sürdürülen özel mülkler ise, bu süreçte mülk sahiplerini en fazla mağdur eden konuların başında geliyor. Yazar, özel mülke konu parsellerin kısıtlılık haline ilişkin yasal durumu özetliyor ve konuyu tartışmaya açıyor.
Nereden bilebilirdi ki güzelliğinin gelecekte bir gün kendisinin perişanlığının hatta bir adım ötede çaresiz hastalıklarının nedeni olabileceğini… Oysa daha dün gibi hatırlıyordu Osmanlı Sarayı’nda yaşayan aile büyüklerinden aldığı eğitimin bir sonucu olarak, ağırbaşlılığın güzelliğin önünde geldiğini… Ergenlik ve ilk gençlik yıllarında İstanbul’un güzide bir semtinde ailesi ile birlikte yaşarken hep örnek gösterilmişti. Hatta II. Dünya Savaşı’nın yokluk ve sıkıntılarının tüm yoğunluğu ile hissedildiği yıllarda kolejde geçen öğrenciliğinde okulun en güzel kızı olmasına rağmen asla şımarmaması da öğretmen ve arkadaşlarının dikkatini çekiyordu. Ailesinin hali vakti yerindeydi. Oturdukları yalının dışında çok sayıda taşınmaz mülklerinin bulunduğunu aile büyüklerinden duymuştu. Ah o ilk gençlik yılları diye iç geçirdi! Kolejin bir üst sınıfında okuyan beğendiği bir erkek arkadaşı vardı. Kaçamak bakışlarında onun da kendisine karşı ilgisiz kalmadığını anlıyor, rüyalarına bile giriyordu o gülümseyen bakışlar… Bir gece yarısı dolunayın ışıltısının aydınlığında “Yeşil pencerenden bir gül at bana, ışıklarla dolsun kalbimin içi…” diye başlayan ünlü şair Ahmet Muhip Dıranas’ın serenadı ile uyandı. (1) Kalp atışları kontrolsüzdü. Büyük bir özlemle ve heyecanla perdeyi araladığında “Penceremden bir gül attığın zaman ışıklarla dolacak kalbimin içi…” diyen gencin o olmadığını gördü. Kapatıverdi araladığı perdeyi hemen. Devam eden gecelerde de hep duydu o dizeleri ama umut vermemek için bakmadı bir defa olsun bile gözlerinde bulut, saçlarında çiğ taşıyan gence…
Aradan yıllar geçmişti. Hiç aklına gelmezdi, kendisine ay ışığında serenad yapan, aşkına karşılık arayan gencin daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bitirip mimar olacağı, belediyenin plan müellifi olarak imar planını hazırlayacağı ve bütün bunlardan daha da önemlisi ailesinden kendisine miras olarak kalan neredeyse sahip olduğu bütün gayrimenkullerini yeni imar planında yeşil alan olarak bırakıvereceğini… Aşkına karşılık alamayan mimar, belki de çektiği aşk acısının bir sonucu olarak bütün parsellerini yeşil alan olarak bırakmış, hazırlanan nazım imar planı da belediye meclisince onaylanmış, yasal prosedür haberi dahi olmadan kesinleşmişti.
İşte onun için bundan sonra ayakta kalabilmenin mücadelesi başlamıştı. Bu süreçte yaşadıkları yakalandığı amansız kanser illetinden daha yaralayıcıydı… Çünkü, sahip olduğu parsellerini 22 yıl önce belediye meclisi imar planında yeşil alan olarak kabul etmekle beraber, bu süre içinde belediye tarafından ne kamusallaştırılması yapılmış, ne de yeşil alan haline gelen parsellerin üzerine belediyece amaç doğrultusunda bırakın ağaçlandırmayı, bir saksı dahi konmamıştı. Kendi parsellerinin hemen komşusu olan diğer parsellerin üzerine dikilen çok katlı binaların görüntüsü ise daha bir kahrediciydi onun için.
22 yıllık sürede elinde dilekçe belediye başkanlarına, iki üç yılda bir değişen kaymakamlara, valilere, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı makamlarına hatta TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na varıncaya kadar şikayet etmediği merci, çalmadığı kapı kalmamıştı. İstediği, sadece giderek kötüleşen sağlığına ve ekonomik durumuna bir nebze çözüm olabilmesi bakımından kendi mülkiyetinde 22 yıldır öyle bekleyen parsellerinin yeşil alandan çıkarılıp belediye tarafından imar izni verilmesiydi… Bu yapılamıyorsa günün rayiç fiyatı ile kamulaştırılarak bedelinin kendisine ödenmesini istiyordu. Hasta yatağında devletin ilgili birimlerine hakkını aramak için yazdığı şikayet dilekçelerinde, 1982 Anayasası’nın 35. maddesinde hüküm altına alınan “mülkiyet hakkı”nın, ancak kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlanabileceğini, keyfi olarak bu hakkın kullanılmasının elinden alınamayacağını belirtiyordu.

           

Aslında, imar planları kentlerin çağdaş ve yaşanabilir olmasının vazgeçilmezleri… Sağlıklı kentler teşkil edilmesi de devletin asli görevlerinden… Bunun bir yansıması olarak Anayasa’nın 57. maddesinde “Devlet, kentlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.” denilerek, planlamayı Anayasal bir zorunluluk haline getirmiştir. Ancak yukarıdaki örnekte de olduğu gibi imar planları daha modern kentler ve daha yaşanabilir yerleşim alanları oluşturulabilmesi için yapılmakla birlikte, uygulamada telafisi yıllarca sağlanamayan bazı sorunları da beraberinde getirmektedir. Bu sorunların başında da okul, yol, meydan, yeşil alan gibi kamusal ihtiyaçlara ayrıldığı halde fiilen kamulaştırılmayan özel mülklerin bu örnekte olduğu gibi yıllarca fiilen kullanımının kısıtlanması gelmektedir. Uygulamada imar planlarında çoğu zaman kamusal ihtiyaçlara ayrıldığı halde fiilen kamulaştırılmayan özel mülkler, sonu belirsiz bir yasaklanmayla karşı karşıya kalmaktadır. Bu mülklerin sahipleri, imar planı değişikliği yapılarak, sahip oldukları yerlerin kamusal ihtiyaçlara ayrılan yerler olmaktan çıkartılmasını veya yasada öngörülen süre içinde kamulaştırılarak bedellerinin ödenmesini istemektedirler. Yahut imar sorunu olmayan başka taşınmazlarla takas yapılarak, maruz kaldıkları zararın giderilmesi beklentisine girmektedir. Ancak çoğu zaman, bu kişilerin plan değişikliği talepleri, plan bütünlüğünü bozacağı, donatı alanlarını azaltacağı ve yoğunluğu arttıracağı gerekçeleriyle reddilmekte; hak sahiplerinin kamulaştırma yapılması talepleri, yeterli kamulaştırma ödeneğinin bulunamaması gerekçesiyle; takas talepleri ise, belediye ve mücavir alanlar içinde takas yapacak arsa bulunmadığı gibi gerekçeleriyle karşılanamamaktadır. Örneğimizde 22 yıllık süreçte sorunun çözülememesinin nedeni de şüphesiz aynı gerekçelerdir.
Özellikle 1980’den sonra hızlı bir sosyo-ekonomik ve kültürel gelişimin yaşandığı, toplumun hızlı bir dönüşüme girdiği dönemde belediyeler, doğal ve kontrolsüz biçimde gelişen toplumun ihtiyaçlarını süratle karşılama telaşına düştüler. Belediyeler, 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 10. maddesinde (2), imar planlarının yürürlüğe girmesinden itibaren en geç 3 ay içinde imar programını yapmalarını yasal bir zorunluluk olarak öngörmesine rağmen, toplumsal ihtiyaçlara ayrılan yerleri kamulaştırmak zorunda kalmamak için 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 10. maddesi ile kendilerine yüklenen imar programı yapma görevini yerine getirmemeyi tercih etmektedirler. Bu durum ise mülkiyet hakkının sonu belirsiz biçimde kullanılamamasına yol açmaktadır. Yine bunun gibi kamusal ihtiyaçlara ayrılan alanların mülkiyeti de ilgili kamu idaresine geçirilemediğinden, planda öngörülen tesisler de yapılamamakta ve böyle yerlerden kamunun yararlanması da sözkonusu olamamaktadır.
Aslında 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 13. maddesinde (3), “Resmî yapılara, tesislere ve okul, cami, yol, meydan, otopark, yeşil saha, çocuk bahçesi, pazaryeri, hal, mezbaha ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanlarda inşaat ve mevcut bina varsa esaslı değişiklik ve ilaveler yapılmasına izin verilmez. Ancak imar programlarına alınıncaya kadar mevcut kullanım şekli devam eder” denilmekteydi. Buna göre, imar planlarında maddede belirtilen umumi hizmetlere ayrılan alanlarda inşaat veya bina varsa, bunda esaslı değişiklik ve ilaveler yapılması, parsel sahibinin, imar planının onay tarihinden 5 yıl geçtikten sonra başvuruda bulunarak ilgili kamu kuruluşundan maddede belirtilen hizmetlere ayrılan alanların yapımından vazgeçtiğine ilişkin görüş almasına bağlı bulunduğundan, ilgili kamu kuruluşunun umumi hizmetlere ayrılan alanların yapımından vazgeçmemesi durumunda bu alanlarda parsel sahibinin inşaat imkanı bulunmamaktaydı. Öyle ki, daha sonra 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 13. maddesinin 1. ve 3. fıkralarının Anayasa’ya aykırılığı gündeme gelmiş, Anayasa Mahkemesi de “özel mülke konu bir parsele, dolayısıyla özel mülke getirilen sınırlama ile belediyenin malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirerek bir hukuk devletinde kişinin hak ve özgürlükleri ile kamu yararı arasında bulunması gereken dengenin bozulmasına yol açarak hukuk güvenliğini yokettiği” (4) gerekçesiyle, 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 13. maddesinin 1. fıkrasının Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar vermişti. Ayrıca, 1. fıkrasının iptali nedeniyle uygulanma imkânı kalmayan 3. fıkrasının da iptal edilen kurallar nedeniyle meydana gelen hukuksal boşluk kamu düzenini tehdit ve kamu yararını ihlal edici nitelikte görüldüğünden, kararın Resmî Gazete’de yayımlanmasından başlayarak 6 ay sonra yürürlüğe girmesine karar vermişti. Mahkemenin bu kararı ise 29 Haziran 2000 gün ve 24094 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş olmasına rağmen, bugüne kadar bu konuda kanuni bir düzenleme yapılamamıştır. Dolayısıyla imar planlarında kasdi kısıtlılık yaratan belediyelere uygulanacak herhangi bir müeyyide ve cezai yaptırım ile ilgili herhangi bir yasal düzenleme bulunmamaktadır.
Ancak bireylerin özel mülkünde bulunan bir parselin, gayrimenkulün burada olduğu gibi 22 yıl gibi bir süre kamulaştırılmadan örtülü el konulmasını da doğal karşılamak mümkün değildir. Böyle bir durumda taşınmazın imar planında tahsisli bulunduğu alanın kamulaştırılmaması halinde, artık bu alana gerçekten ihtiyaç olmadığından bahisle Anayasa Mahkemesi kararında yer alan gerekçeleri de öne sürerek dava açabileceği açıktır.
Gerçekte ülkemizde bu örnekte olduğu gibi imar planları ile özel mülkün fiilen kullanımının uzun yıllar kısıtlanması ile ilgili olarak çeşitli İdare Mahkemesi kararları bulunmaktadır. Bu kararlarda, İmar Kanunu’nun 13. maddesinin 1. ve 3. fıkralarının iptal edilmesinin kişilerin resmî tesis alanında kalan taşınmazına yönelik olarak yapmış olduğu imar planı değişikliği başvurusu üzerine doğrudan plan değişikliği yapılmasını gerektirmeyeceği; ilgililerin imar planı değişikliği istemlerinin idarelerce çevredeki nüfus, yoğunluk ve donatım dengesi yönünden irdelenmesi gerektiği; planlamanın genel ilkeleri dikkate alınarak uyuşmazlık konusu taşınmaza ayrıldığı amaç için ihtiyaç bulunmadığı sonucuna varıldığı takdirde plan değişikliği yapılmasının mümkün olduğu; bu konuda yapılacak yargısal denetimde de imar planı değişikliği isteminin şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına ve kamu yararına uygun olup olmadığının incelenmesi suretiyle karar verilmesi gerektiği görüşlerine yer verilmekte olduğu dikkate alınmalıdır. Bu görüşler dikkate alındığında, belediyelerin parsel maliklerinin imar planı değişikliği istemlerini “çevredeki nüfus, yoğunluk ve donatım dengesi yönünden irdelemesi gerektiği, planlamanın genel ilkelerinin dikkate alınarak başvuru konusu taşınmaza ayrıldığı amaç için (çocuk parkı) ihtiyaç bulunmadığı” sonucuna varıldığı takdirde, plan değişikliği yapılmasının mümkün olduğunu gözardı etmemeleri gerekmektedir.
Aslında, bir platonik sevgi uğruna yeşil alan haline getirilen özel mülke konu parsellerin 22 yıllık mücadelesi örneğinde olduğu gibi, belediyeler tarafından imar planlarında özel mülk olmakla beraber çeşitli amaçlarla toplumun ortak kullanımına tahsis edilmiş, imar planlarına işlenmiş ve dolayısıyla mülk sahibinin kullanımının kısıtlandığı sayısız örnek olduğu görülmektedir. Ancak kamulaştırma dahi yapılmayarak Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan “mülkiyet hakkı”nın bu nedenle maliki tarafından kullanılamadığı, bu durumun ise gelecekte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dava açılması halinde ülkemizi büyük sıkıntılara yol açabileceği de dikkate alındığında, öncelikle İmar Kanunu’nda acilen bu kanuni boşluğun doldurulmasının gerekliliği açıktır.
Şüphesiz, haksız ve dengesiz kısıtlamaların önlenmesinin en doğal yolu, insan haklarından biri olan mülkiyet hakkına idarenin saygılı olmasıdır. İnsan haklarına saygı esas alındığı takdirde, problemlerin tamamına yakını doğal akışı içinde çözülecektir. Bir taşınmaz imar planında kısmen veya tamamen sosyal donatı alanına tahsis edilmişse, mülkiyet hakkına getirilen bu kısıtlama, mülkiyet hakkının özünü zedeleyecek kadar uzun bir süre beklenmeksizin, İmar Kanunu’nun 10. maddesi gereğince 5 yıl içinde kamulaştırılabilir. Eğer, kamulaştırma bedeli ödenemeyecekse, arsa sahibine takas yolu ile kısıtsız başka bir arsa verilebilir. Bu da yapılamıyorsa, imar planı değiştirilerek, kamu yararına tahsisli arsa imara açılabilir. Yine bunun gibi, donatı alanlarında kalmakla birlikte ödenek yokluğundan kamulaştırılamayan taşınmaz mallarla takas edilmek üzere, kentlerin dışında, şimdiki durumda fazla değerli olmayan ve hazine arazisinin fazlaca bulunduğu yerlerde kentsel dönüşüm projelerinden de istifade edilerek birer uydu kent projesi geliştirilebilir; burada imar planları yapıldıktan ve tüm alt yapısı hazırlandıktan sonra, taşınmaz malları mevcut imar planlarında donatı alanlarında kalan şahısların uydu kentte hazırlanan arsalarla takas yapmaları önerilerek mülkiyet hakkı ihlallerine son verilebilir. Çözümsüzlüğün 5 yılı aşması halinde, mülk sahibine, sorunun çözümü için yargı yoluna başvurma hakkı tanınabilir. Bu yolla, inşaat hakkı kısıtlandığı için plansız ve ruhsatsız yapı yapma eğilimine giren veya mülkünü tapu dışı yollarla gecekonducuya satma zorunluluğu duyan mülk sahiplerine yasal bir çıkış yolu sunularak bu eğilimlerin önüne geçilebilir. Sonuçta, mülkiyet hakkı ihlal edildiği ve hiçbir çözüm yolu gösterilmediği için çaresizlik içinde devletine küsen, kırılan insanlar rahatlatılmış olur. Türkiye Cumhuriyeti, temel insan haklarından olan mülkiyet hakkını özenle gözeten modern bir hukuk devleti olma yolunda önemli bir aşama kaydetmiş olacaktır.
22 yıldır parsellerinin emlak beyannamelerini düzenli veriyor, vergisini her dönem belediyesine yatırıyordu. “Bu mülkler sizin” diyorlardı vergisini tahsil ederlerken ama diğerleri kat kat binalar yapıp satarken onun eli kolu bağlıydı. İmar planında yeşil alan içinde bulunduğu için mülklerini fiilen kullanamıyordu. En sonunda bir yandan ayrı ayrı belediye meclislerinin yetkisinde bulunan hem 1/1.000 ölçekli uygulama imar, hem de 1/5.000 ölçekli nazım imar planının kendi parselleri ile ilgili bölümlerinin iptal edilebilmesi bakımından idari dava açmanın yollarını ararken, bir yandan da sorunun çözümünü mevcut yasal düzenlemeler içinde bulamadığından, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde hakkını aramayı düşünüyordu. Ama ilk gençlik yıllarının karşılık vermediği o platonik aşkın yıllar sonra kendi yaşamını böylesine altüst etmesini de kaderin bir cilvesi olarak görüyor, ak düşmüş saçlarına ve yosun rengi buğulanmış gözlerine rağmen umutlarını ve yaşam parıltısını diri tutmaya çalışıyordu…